13 Temmuz 2013 Cumartesi

Musevilerin Geleneksel Mesleği: TEFECİLİK

musevi
musevi

Bazı Yahudilerde hakim olan üstün ırk inancı bu kişilerin hemen her konudaki düşünce ve uygulamalarını yönlendirir. Muharref/bozulmuş Tevrat'a ekledikleri açıklamalarla Yahudileri bütün dünyanın sahibi olduklarına ve diğer milletlerin dünyayı haksız yere elde ettiklerine inandıran Yahudi hahamlar, bu serveti nasıl geri alacaklarının yolunu da Muharref Tevrat'ta gösteriyorlar:

“Fakat size dedim: Siz onların topraklarını miras alacaksınız, ve ben size onu, süt ve bal akan diyarı mülk olmak üzere vereceğim; ben sizi milletlerden ayırt eden Allah'ınız RABBİM.” (Bozulmuş Tevrat ,  Levililer Bölümü, 20/24)

“O zaman Rab bütün bu milletleri önünüzden kovacak, ve sizden büyük ve kuvvetli milletlerin mülkünü alacaksınız.”  (Bozulmuş Tevrat , Tesniye Bölümü, 11/23-24)

Bazı Yahudilerin paraya, mala ve mülke karşı olan olağanüstü düşkünlükleri oldukça ünlüdür.

"Gümüşü yağma edin, altını yağma edin; çünkü yığın yığın mallara, her çeşit değerli eşyanın zenginliğine son yok." (Bozulmuş Tevrat ,  Nahum Bölümü, 2/9)


Bu kişilerin dünya üzerindeki tüm zenginliği ele geçirmek için uyguladıkları en önemli yöntem faiz oldu. Söz konusu hahamlar, Yahudilerin birbirlerine faizle borç vermelerini yasaklarken, Yahudi olmayanlara faiz karşılığı para vermelerini emrettiler. Muharref Tevrat'ta bu konuyla ilgili olan açıklamalar, tefeciliğin yüzyıllardır geleneksel meslek haline getirilmesinin ve tarih boyunca milletlere verilen ekonomik zararların, birer tesadüf olmadığını göstermektedir.

“Yabancıya faizle ödünç verebilirsin; fakat kardeşine faizle ödünç vermeyeceksin, ta ki, mülk olarak almak üzere gitmekte olduğun diyarda elini atacağın her şeyde Allah'ın Rabb seni mukaddes kılsın.“ (Bozulmuş Tevrat , Tesniye Bölümü, 23/20)

Bu taktik kimi Yahudiler tarafından çok büyük titizlikle uygulandı. Binlerce yıl önce ilk faiz sistemi ve tefecilik, bu emirler doğrultusunda Yahudiler tarafından kuruldu:

İlk tefecilik ve faiz Yahudiler tarafından ortaya çıkarılmıştır. Diğer dinlerde faizin yasak olması Yahudilere bu konuda çok geniş bir alan sağlamıştır. (Banks and Banking, sf.172)

Faizin, Yahudiler tarafından Tevrat'ın gösterdiği hedefler doğrultusunda uygulandığı pek çok Yahudi tarafından da açıkça kabul edilmektedir. Yahudiler tarafından hazırlanan Judaica Ansiklopedisi'nde konu şöyle açıklanmaktadır:

“Borç para vermenin kısa süre içerisinde tipik bir Yahudi mesleği haline gelmesi Tevrat kaynaklıdır.“  (Encyclopedia Judaica, Moneylending, cilt 10, sf.32)

Yahudilerin tefecilikle ne derece özdeşleştikleri Yahudilere ait birçok tarihi kaynakta açıkça belirtilir:

“Ortaçağ'da İtalya'daki, Yahudilerin bir çoğu tefecilik yapıyordu.”  (Pictorial History of Jewish People, Nathan Ausubel, sf.99)

“Yahudiler tefecilikle o kadar özdeşleştiler ki, Ortaçağ'da ve daha sonraki dönemlerde, Yahudi ismi ve tefecilik beraber kullanılıyordu. Bir süre sonra ise Yahudi ve tefeci isimleri eş anlamlı olarak kullanılmaya başlandı.” (Pictorial History of Jewish People, Nathan Ausubel, sf.116)

“XII. yüzyıldan itibaren tefecilik Yahudi mesleği olarak giderek artan bir önem kazandı.”  (Encyclopedia Judaica, France, cilt 7, sf.9-12)

“XII. ve XIII. yüzyıllarda tefecilik Alman Yahudilerinin en belirgin mesleği oldu.”  (Encyclopedia Judaica, Germany, cilt 7, sf.458-462)

“Bir kısım Yahudiler, ellerinde biriken sermayeyi Avrupalı Hıristiyan halka ezici faiz yükü ile kredi olarak vermişlerdir. Resimde, Almanya'da 1531 yılında Yahudi bir tefeci ve kendisinden borç isteyen bir Hıristiyan tasviri görülüyor. Borç isteyen Hıristiyanın ifadesi şöyle: "Lütfen, bana yazılı bir anlaşma ya da rehine karşılığında para ver!" (Encyclopedia Judaica, cilt 4, sf.171)

Ortaçağ'da, Avrupa'da salgın hastalıklar, savaşlar ve kuraklık nedeniyle güçsüz duruma düşen halkın paraya ihtiyacı vardı. İhtiyaç içindeki halk, kilisenin bu konudaki yasağına rağmen Yahudilerden yüksek faiz karşılığı borç para almak zorunda kalıyordu. Bu durumu iyi değerlendiren Yahudiler kısa sürede büyük sermayelere sahip oldular:

“X. yüzyılın kapanmasıyla ticaretle uğraşan Yahudiler, Hıristiyanların kilise kanunlarınca yasaklanmış olan borç verme ve kredi işlemlerinde uzmanlaştılar. Birkaç 10 yıl içinde neredeyse Hıristiyan Avrupa'daki tüm nüfusun hemen hemen hepsi Yahudilere borçlandılar. Ve Yahudiler tefecilik sonucu rehin aldıkları köy, kasaba hatta kiliselerin sahibi oldular. “ (The Universal Jewish Encyclopedia, Moneylending, cilt 7, sf.618-622)

Söz konusu tefeci Yahudiler faiz sistemi sayesinde bu denli zenginleşirken, kendilerini siyasi yönden sağlama almayı da ihmal etmediler. Uyguladıkları sömürüye halktan, kiliseden ya da asillerden gelecek herhangi bir tepkiye önlem olmak üzere bazı prens ve kralları kendilerine ortak yaptılar. Bu "iş birlikçileri" sayesinde kanunlara rağmen, rahatlıkla faiz sistemini işlettiler.

“X. yüzyılda hükümet tarafından yasaklanmasına rağmen Yahudiler ortakları olan Prensler sayesinde tefecilik yapıyorlardı. “ (The Universal Jewish Encylopedia, Moneylending, cilt 7, s. 618-622)

Faiz ve tefecilik yoluyla büyük servet sahibi olan Yahudi bankerler, XVIII. ve XIX. yüzyılda bu servetlerini kullanarak, Avrupa ülkelerinde önemli bir güç elde ettiler. Bunun sonucu olarak Avrupa'nın en büyük devletleri, Yahudilerin Siyonist ideallerine büyük hizmette bulundular.

Tefecilik ve Antisemitizm

Tefecilik, Avrupa'da birçok önemli şehre gruplar halinde yerleşen bazı Yahudilerin yine temel aktivitesi haline geldi. Bu Yahudiler, kilisenin yasaklamasına rağmen faiz sistemiyle, insanları sömürmeye ve bu arada kendi zenginliklerini ve güçlerini artırmaya başladılar. Bu yolla sadece halkları değil kralları ve imparatorları da kendilerine bağımlı hale getiriyorlardı. Bu şekilde, Muharref Tevrat'a batıl geleneklere uyularak eklenen, milletlerin sömürülüp, güçsüz bırakılmalarıyla ilgili olan açıklamalar da uygulanmış oluyordu.

"Milletlerin zenginliği sana gelecek... Ve ecnebiler senin duvarlarını yapacaklar ve kralları sana hizmet edecekler...Ve milletlerin sütünü emeceksin..."  (Bozulmuş Tevrat , İşaya Bölümü, 60/11-12)

Tefecilik yoluyla oldukça yüklü sermayelerin sahibi olan Yahudiler ticarete de yöneldiler.

Bazı yöneticiler ise kilisenin istekleri sonucunda Yahudilerin tefecilik yapmalarını yasaklayarak onları ticarete teşvik ettiler. Bu teşviklerden yararlanan Yahudiler yine de tefecilikten vazgeçmediler ve gizli yollarla devam ettiler.

"I. Edward Yahudilerin tefecilik yapmalarını yasakladı. Bununla beraber ticaret yapmaya teşvik edildiler. Zenginler yün ve mısır ticareti yapmaya başladılar. Yine de bu, tefecilik için bir maske idi. Ve diğerleri de kanunla yasaklanmış olmasına rağmen tefeciliğe gizli olarak devam ettiler. Bu arada diğerleri de para kırarak büyük sermayeler kazandılar." (Bozulmuş Tevrat , Encyclopedia Judaica, England, cilt 6, sf.751)

Bununla birlikte, Yahudiler sadece kendi mahkemelerinde yargılanabilmek gibi birçok imtiyazlar elde ettiler:

"1090'da IV. Henry, Speyer ve Worms Yahudilerine bazı haklar verdi. Ve arkasından gelen imparatorlar da onun bu hareketini devam ettirdiler. Bu haklar Yahudilerin sadece kendi soydaşları tarafından ve ancak kendi kanunlarına uygun olarak yargılanabileceklerini öngörüyordu. Yahudi cemaatlerinin kanunları Almanya'daki Yahudi cemaatleri tarafından kararlaştırılıyordu." (Bozulmuş Tevrat , Encyclopedia Judaica, Germany, cilt 7, sf.458-462)

"Karolenj döneminde Yahudiler tamamıyla dini özgürlük yaşadılar. İstedikleri yerlerde yaşayıp, istediklere yere gidebilirlerdi. Yahudi cemaatleri kendi kendilerini yönetiyorlardı. Adalet sistemi kendi dini mahkemelerinde gerçekleşiyordu ve sinagog inşaa etmekte serbesttiler."  (Bozulmuş Tevrat , Pictorial History of Jewish People, Nathan Ausubel, sf. 114)

Kendilerine verilen bu imtiyazlara ve sağlanan rahat ortama rağmen bazı Yahudiler, tefecilik yoluyla bu milletleri ekonomik yönden kendilerine bağımlı hale getiriyorlardı. Bu, Hıristiyan halk arasında Yahudilere karşı güvensizlik ve tepki yarattı. Bu ve diğer bazı faktörler, Avrupa tarihinin yüz karalarından biri olan antisemitizmin doğmasına neden olmuştur. Bazı tefeci Yahudilerin maddi birikimi, Avrupa'nın Hıristiyan kitlelerinde Yahudilerin tümüne karşı fanatik bir nefretin gelişmesine sebebiyet vermiştir. Avrupa'nın karanlık yüzyılları boyunca Yahudi cemaatlerine karşı düzenlenen saldırılar (pogromlar) pek çok masum Yahudinin hayatına mal olmuş, Yahudileri toplumdan tecrit etmeye yönelik getto uygulamaları ise psikolojik bir baskı mekanizması olarak işlemiştir. İslam dünyasında ise hiçbir zaman antisemitizm görülmemiş, gerek Yahudiler gerekse Hıristiyanlar Allah'ın Kuran'da Müslümanlara emrettiği adalet ve hoşgörü prensiplerine uygun olarak, Müslüman yönetimler altında huzur bulmuşlardır.

Yahudi Şeriatının menbaı; HALAKHA

yahudi
yahudi


"Yahudi şeriatı"nın kaynağı "Halakha"dır. Halakha, hahamların "bir Yahudi nasıl yaşamalı" sorusunun cevabını en ayrıntılı biçimde vermek için hazırladıkları ve asırlar boyu yeni eklemelerle genişlemiş yazılı bir dini kaynaktır. Klasik Yahudiliğe göre, bir Yahudi günlük hayatını nasıl geçirmesi gerektiğini öğrenmek için Tevrat'a ya da Eski Ahit'in öteki kitaplarına bakmamalıdır. Bunlar, sıradan insanlar tarafından anlaşılamazlar çünkü. Bunların anlamını sadece hahamlar kavrar ve Yahudi toplumu da dini onlardan öğrenir. Halakha, hahamların Yahudi toplumuna verdiği bu eğitimin toplandığı kaynaktır. Halakha'nın en önemli kaynağı ise, "Talmud" adı verilen çok ciltli bir kitaptır.

Talmud'un büyük bölümü, Yahudi olmayanlara karşı kin beslemeyi ve imkan buldukça da bu kini eyleme dönüştürmeyi emretmektedir.

Öncelikle, İslamiyet ve Hıristiyanlığa karşı son derece saldırgan bir tutum göze çarpar. Talmud yazarlarının tüm yeryüzünde şiddetle karşı oldukları insan Hz. İsa'dır. Yine Talmud'a göre, Yahudiler ellerine geçen İncil'leri, eğer şartlar uygunsa, yakmakla yükümlüdürler.

Talmud'un Yahudi olmayanlar hakkında verdiği diğer bazı ilginç hükümler şöyledir:

Bir Yahudi bir mezarlığın yanından geçerken, eğer o yer bir Yahudi mezarlığı ise orada yatanları takdis eden kısa bir dua okumalı, ancak mezarlık Yahudi olmayanlara ait ise orada yatanların annelerine lanet etmelidir. (Tractate Berakhot, sf. 58b; Jewish History, Jewish Religion, Israel Shahak, sf.23.)

Yahudi şeriatının temeli kabul edilen Talmud'un büyük bölümü Yahudi olmayanlara karşı kin ve öfkeye teşvik eder.

 Talmud yazarlarının en büyüklerinden olan Maimonides, bir Yahudi olmayanın hayatının kurtarılması konusunda da önemli hükümler vermiştir. Bu hükümlerin biri şöyledir:

Kendileriyle savaş halinde olmadığımız Yahudi olmayanlara gelince, ölümlerine doğrudan sebebiyet vermek yanlıştır, fakat eğer ölüm anındaysalar onların hayatlarını kurtarmak yasaklanmıştır. Örneğin bir Yahudi olmayanın denize düştüğü görülürse, boğulmaktan kurtarılmamalıdır. (Maimonides, Guide, "Murderer", 4, 11; Israel Shahak. Jewish History, Jewish Religion, sf.80)

Maimonides'e göre, bir Yahudi doktorun bir Yahudi olmayanı iyileştirmesi de, karşılığında para kazanılsa dahi, yasaktır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir noktaya değinir: Eğer Yahudi bir doktorun bir Yahudi olmayanı iyileştirmekten kaçınması, Yahudiler'e karşı toplumsal bir tepki gelişmesine neden olacaksa, o halde yasak ortadan kalkar ve hastanın iyileştirilmesi gerekir. (Guide, "Idolatry", Maimonides, 10, 1-2; Israel Shahak. Jewish History, Jewish Religion, sf.80-1)

 Talmud'un en büyük yazarlarından biri olan Maimonides'in ırkçı fikirleri de oldukça ilginçtir. Bir yerde şöyle yazar:

Türklerin bir kısmı ve kuzeydeki göçebeler ve zenciler ve güneydeki göçebeler ve bizim coğrafyamızda yaşayıp da onlara benzeyenler; bunların tabiatı daha çok düşük sesli bazı hayvanların tabiatına benzer. Benim düşünceme göre, bunlar insan seviyesinde değildirler. Seviyeleri bir insan ile bir maymunun seviyeleri arasında bir yerdedir. Çünkü görünüşleri maymundan daha çok insana benzemektedir. (Guide Kitap III, Maimonides. Bölüm 51; Jewish History, Jewish Religion, Israel Shahak, sf.82)

> Haham Sofer, Responsum adlı Talmudik çalışmasında, Osmanlı İmparatorluğu içindeki Müslümanlar ve Hıristiyanlar hakkında ilginç yorumlar yapar. Buna göre, bunlar"Başka İlahlara tapan putperestlerdir ve dolayısıyla dolaylı yoldan öldürülmeleri doğrudur". Dahası, Sofer bu iki grubu, Eski Ahit'te adı geçen Amalek kabilesine benzetir. (Jewish History, Jewish Religion, Israel Shahak, sf.84) Eski Ahit'te Amalekler hakkında verilen hüküm ise şöyledir:

> Orduların Rabbi şöyle diyor: Amalek'in İsrail'e yaptığını, Mısır'dan çıktığı zaman yolda ona karşı nasıl durduğunu arayacağım. Şimdi git, Amaleki vur ve onların her şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme ve erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür. (I. Samuel Bölümü, 15:1)


>  Talmud'un cinsel suçlar (zina) hakkında verdiği hükümler de ilginçtir. Eğer bir Yahudi erkek, bir Yahudi kadınla evlilik dışı bir cinsel ilişkiye girerse, her ikisinin de öldürülmesi gerekir. Oysa eğer kadın bir Yahudi olmayan ise, bu kez erkek sadece dayak yer; kadın ise yine ölüm cezasına çarptırılır. Aynı hüküm, Yahudi bir erkeğin Yahudi olmayan bir kadına tecavüz etmesi durumunda da geçerlidir. Bunun arkasında yatan mantık ise, Yahudi olmayan kadının her durumda "baştan çıkarıcı" sayılmasıdır. Kadın, "bir Yahudiyi günaha sokmuş" olduğu için ne olursa olsun birinci dereceden suçlu sayılmaktadır. (Guide, "Prohibitions on Sexual Intercourse", Maimonides, 12, 10; "Goy", Talmudic Encyclopedia; Israel Shahak, Jewish History, Jewish Religion, sf.87) Nitekim Maimonides, Yahudi olmayan tüm kadınlar için "N.Sh.G.Z." kısaltmasını kullanır. Bunlar, İbranice'deki "niddah, shifhah, goyah, zonah" kelimelerinin baş harfleridir. Kelimelerin anlamı ise şudur: "Kirli, köle, Yahudi olmayan, fahişe" (Maimonides, Guide, "Prohibitions on Sexual Intercourse", 12, 1-3; Jewish History, Jewish Religion, Israel Shahak, s.87)

Yahudiler ile Yahudi olmayanlar arasındaki mal mülk ilişkileri hakkında da Talmud'un önemli hükümleri vardır. Eğer bir Yahudi kayıp bir eşya bulur da onun sahibinin bir Yahudi olduğunu fark ederse bunu sahibine geri vermekle yükümlüdür. Fakat eğer malı yitiren kişi bir Yahudi olmayan ise, malın ona geri verilmemesi emredilir. Bir Yahudi olmayana hediye vermek ise kesin biçimde yasaklanmıştır. (Ancak hahamlar, bir sonraki aşamada Yahudilere maddi kar getirebilecek hediyelere -bir başka deyişle rüşvetlere- izin verirler.) Alışveriş sırasında Yahudi olmayanlara hile yapmak ise, eğer "dolaylı" yoldan olursa, meşru sayılır. Örneğin bir Yahudi, karşısındaki müşterinin kendisine yanlışlıkla fazla para verdiğini fark ederse, "senin yaptığın hesaba güvendim, benim saymama gerek yok" demelidir. Böylece eğer karşı taraf durumu sonradan fark ederse, suçlu duruma düşmez. (Jewish History, Jewish Religion, Israel Shahak, sf. 88-89)

Bu saydıklarımız, Talmud'un Yahudi olmayanlara yönelik düşmanca hükümlerine yalnızca birkaç örnektir. Yahudi geleneğinin bu geleneksel "şeriat kitabı" araştırıldığında, buna benzer daha pek çok hükme rastlamak mümkündür. Ancak bu birkaç örnek bile, "Yahudi ideolojisi"nin içeriği hakkında fikir sahibi olmak için yeterlidir.

Söz konusu "Yahudi ideolojisi", Tevrat'ın ve Eski Ahit'in diğer kitaplarının hükümlerini de kendi düşüncesine göre yorumlamakta ve çarpıtmaktadır. Örneğin Hz. Musa'ya verilen "On Emir"den sekizincisi olan "Çalmayacaksın" (Çıkış Bölümü, 20:15) hükmü, "bir Yahudiyi çalmamak" (yani kaçırmamak ya da rehin almamak) konusunda konulmuş bir yasak olarak açıklanır. Hükmün mal değil de insan "çalmak" şeklinde yorumlanmasının nedeni, "On Emir"in yalnızca ölümcül suçları içerdiğine dair Talmud yazarlarınca yapılmış bir kabuldür. Öte yandan, Yahudi olmayanların rehin alınması zaten Talmud tarafından izin verilen bir eylemdir. (Çıkış Bölümü, sf.36)


"Kardeşini kendin gibi seveceksin" (Levililer Bölümü, 19:11) hükmünün yorumlanması da aynı şekildedir; "kardeşler" yalnızca Yahudilerdir. Nitekim bir Yahudi genel olarak Talmud tarafından bir Yahudi olmayanın hayatını kurtarmaktan alıkonur, açıklaması da şöyle yapılır; "çünkü o senin kardeşin değildir." (Levililer Bölümü, sf.37)

Yahudilere yönelen antisemitizm uygulamalarında, Hıristiyan toplumların bağnazlığı ve barbarlığının yanı sıra, üstte açıkladığımız hükümlerde ortaya çıkan "Yahudi ideolojisi"nin de bir rolü olduğuna dikkat etmek gerekir.

DÖNMELİK

Yahudilerin bu nedenlerden dolayı içinde bulundukları toplumdan aldıkları tepki, İspanya'da eski yöntemleri geliştirip yeniden uygulamalarına yol açtı. Bu "dönmelik" sistemiydi. Yahudi dinini terk edip Hıristiyan olduğunu ilan eden on binlerce Yahudinin tamamına yakını bundan sonra bu iki taraflı sistemi uygulamaya başladılar. Bu kimlik sayesinde daha rahat faaliyet gösteren Yahudiler, devlet yönetiminde önemli noktalara geldiler.

"Yahudiliklerini gizlice devam ettiren bir Yeni Hıristiyan kesimi meydana geldi ki bunlar çok kısa süre içinde devletin (İspanya Devleti) kilit noktalarına yerleştiler. Bu 'dönmeler'i diğer Hıristiyan kesimden ayıran özellik, koşullardan dolayı dışarıya Hıristiyan görünüp evlerinin içinde -gizlice- Yahudi olarak yaşamaya devam etmeleriydi... Bu gruba dahil kişiler, yeni kimlikleri sayesinde, devletin en üst düzeylerinde görev almayı başarmışlardır." (Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Şaron, sf.27)

"Yahudiler, Hıristiyanlığa döner dönmez üzerlerindeki baskıdan kurtuldular ve birkaç senede nüfusun en zengin kısmı haline geldiler. Daha da ilginç olanı, devlet memuriyetlerinde görev aldılar. Bazıları asil ailelerle evlendiler. Ülkedeki kargaşa dönemlerinde fakirleşmiş olan aristokratlar, Yahudilerle evliliğin getireceği zenginlikten hoşnuttular. Dönmeler kiliseye bile girmişlerdi." (The Rise of Spanish Inquisition, Robert Hale, sf.107)

Bütün bu gelişmelerin ardından Yahudilerin İspanya'dan sürgün olayı yaşandı. Kimin samimi Hıristiyan, kimin göstermelik Hıristiyan olduğunu belirlemek üzere Engizisyon Mahkemeleri kuruldu. Engizisyon Mahkemeleri ise, Avrupa'nın tarihine, vahşetin had safhalarda yaşandığı, karanlık bir sayfa olarak geçti. Bunu takiben 31 Mart 1492'de Kral Ferdinand ve Kraliçe Isabella, Yahudilerin İspanya'dan kovulmasına dair fermanı ilan ettiler ve bu ferman Mayıs 1492'de yürürlüğe kondu.

9 Temmuz 2013 Salı

"Madde hakikatte yoktur, hayaldir.“ diyen bir Kabala’cı daha: Ahmet Hulusi

Ahmet Hulusi
Ahmet Hulusi

Ahmet Hulusi, internetten yayınladığı videolar ve dağıttığı bedava kitaplarla, Mü’min gönüllerin temiz akidelerini bozmaya çalışan ve hiçbir dini tedrisatı mevcut olmayan biridir.  Aşağıda kendi konuşmalarından ve eserlerinden vereceğimiz kısımlar inşallah nasıl sapık bir itikada sahip olduğunu göstermeye yeterli olur. Evvela Ahmed Hulusi‘nin 2007 Nisan ayında kendi web sitesinde yazdıgı bir makalesinde geçen iddialarını cevaplandıralım.

            Ahmet Hulusi o makalesinde şunları söylüyor: “Senin kabul ettiğin gibi madde diye bir şeyin gerçekte hiçbir zaman varolmamış olduğunu farket, anla artık! ”  Eğer madde diye bir şey yoksa ve her şey rüyadan ibaret ise, o vakit işlediğimiz hiçbir günahtan ve suçtan mes’ul değiliz. Çünkü insan rüyasında işlediği hatalardan dolayı yargılanır mı? Ahmed Hulusi’nin bu görüşü Harun Yahya yani Adnan Oktar ile de paralellik göstermektedir.
(Maddenin gerçekte var olmadığını, görüp duyup his ettiklerimizin sadece ama sadece hayallerden ibaret olduğunu iddia eden bir takım türedilerin, asıl dayanakları Yahudilerin Kabala kitabıdır. Son zamanlarda ülkemizde birkaç türedi, bedava kitaplar ve CD’ler dağıtarak Müslümanları bu hususta aldatmak gayretine girmektedirler. Araştırıldığında bu şahısların gerçekte Musevi oldukları, Yahudi ırkından oldukları, Sabetayist oldukları ama kendilerini Müslüman gibi tanıttıkları, art niyetli hareket ettikleri meydana çıkmaktadır.   Akademi )

            Şemsu‘l İslam Pezdevî‘in Usul-ü İtikad‘ında şu yazıyor: Eşya aynı ile mevcuddur.
Yani eşya göründüğü gibidir ve eşya yani madde vardır demektir.


“Rasûlullah’ın nefsî müdafaa sadedinde savaşmasını, Kâbe’yi ziyaret hakkı uğruna savaşmayı göze almasını gözardı edip; silah yoluyla insanları zorla Müslüman yapmak uğruna ömrünü harcıyorsan… Artık ne diyebilirim…

            Bu fikir İslam‘da tek cihad nefsi müdaafadır İslam‘ı yaymak icin cihad yapılamaz hezeyanını dillendirmektedir. O zaman şunu sormak lazım; Resulullah Efendimizin (s.a.v.) Yemen‘i fethi, müdaafa olmayıp taarruz olması nasıl açıklanır? “Fitne yok olup din yanlız Allah‘ın olana kadar kafirlerle cihad edin. ayeti mevcuttur. Ayrıca   Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “İnsanlarla ‘la ilahe ilallah‘ diyene kadar, namaz kılıp zekat verene kadar cihad etmekle emrolundum.

            “Dünyada iki tane anlaşılan İslam var. Biri benim anladığım, biri de 1 milyar Müslümanın anladığı. O Müslümanlar şöyle inanıyor: Yukarıda, gökte bir yerde bir “tanrı” vardır! Müslümanlar, o tanrının adına “Allah”  derler! Yukarıdaki o Tanrı, insanların görüp-bilemediği bir yerlerde “cehennem” ve “cennet” adında iki mekân yaratmıştır.” Ahmet Hulusi, kendisinden gayri bütün Müslümanların inançlarını yanlış bulmaktadır. Yani, kendisinden başka herkesi tekfir ederek küfre düşmüştür.

            Ahmet Hulusi’nin şu iddiası da ilginçtir: “İbadetler, rıza kazanmak için değil, ikinci yaşamda kimse senden hesap sormayacak. Bu ibadetleri (fizikî) fayda ve cehennem olan güneşin çekiminden kaçabilmek için yapıyorsun.”  Bu söyledikleri ile ahiret gününde olacak olan hesabı da inkâr eden Ahmet Hulusi, ibadetlerin Allah rızası için yapılmayacağını söyleyerek küfre düşüyor. Aynı doğrultuda şu ifadeleri mevcuttur: “İbadet” adı altında, resûl tarafından bize ulaştırılan her çalışma, tümüyle fiziksel ve bilimsel gerçeklere dayanır. Kesinlikle, yukarıdaki, ötemizdeki bir Tanrı’nın gönlünü hoş etme amacına dönük değildir. Evreni “yok” tan var kılan Allah’ın, insanların hiçbir “ibadet”ine, çalışmasına ihtiyacı yoktur. Aldığım gıdalar, nasıl bedenin bir ihtiyacını karşılama amacına dönükse; ibadet adı verilen çalışmalar da, senin ölüm ötesi yaşamının ihtiyaçları ile ilgilidir. Beyin gücünün, bir tür ışınsal yapı olan bedenine, yani, ruhuna yükleyeceği bilgi ve enerji ile ilgilidir.”[i]

            Hâlbuki Hz. Allah şöyle buyuruyor: “De ki: Benim namazım, ibâdetlerim ve diriliğim ve ölümüm âlemlerin Rabb’i olan Allah Teâlâ içindir.”[ii]

“(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.”[iii]

            Cinler hakkında da; “Evrende sayısız dalga boyları katmanlarında, sayısız bilinç türleri vardır. Dünyamızda bu alt katmanlarda yaşayan bu canlı türlerinin bir kısmına da o devirde “ cin” adı verilmiştir.”[iv]  iddiasını ortaya atar.

Hâlbuki ayet-i kerimede: “Ben cinleri ve insanları ancak ibadet etsinler diye yarattım.” buyrulmuyor mu? Yine başka bir ayette Allah şöyle buyuruyor:

“(Resûlüm!) De ki: Cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur'an'ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: Gerçekten biz, hârikulâde güzel bir Kur'an dinledik.”[v]

“Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?”[vi]

            Ahmet Hulusi şöyle diyor: “Biz, bu yolda yapacağımız çalışmalarla ne ölçüde beynimizin kullanılır kapasitesini geliştirirsek, o kadarıyla, “Allah” adıyla işaret edilenin özelliklerini varlığımızda bulur, O’na erer, O’nu fark ederiz.”[vii]

Allahu Teâlâ’nın tüm varlığımızda ve her hücremizde olduğunu iddia eden Ahmet Hulusi’ye şu soru sorulsa acaba cevap olarak ne derdi: Madem Allah her hücremizde; biz ve hücrelerimiz yaratılmadan evvel Allah nerdeydi?

            Ahmet Hulusi’nin ahirette ceza ve mükafatı reddeddiğine dair beyanı şöyledir: “Gelecekte beklenen ateş ya da işkence olaylarını “gazab” sanarak...; insanın yaşadığı andaki “gazab”dan gafleti ise, “Allah gazabına uğramış olmasının” açık yaşantısıdır! “Allah gazabına duçar olmuş” kişi, “özündeki Allah’ı tanıyamamış ve bunun gerçeğini hala yaşayamamakta olan” insandır! Bunu idrak etmemekte gazaba uğramışlığın bir başka belirtisidir!”[viii]

            Bu cümlelerle ifade edilmek istenen şey, ceza ve mükâfatın ahirette değil, dünyada olduğudur ki, küfürdür. Benzer ifadeleri diğer bir kitabında şöyle zikretmektedir: “Gerek bizim ve gerekse bizden evvel yaşamış birçok “ hakikat ve marifet” müşahedesi olan zevatın müttefik olduğu, Cennetlerin galaksi içindeki yıldızlarda yer aldığı hususu, bu “ boyutsallık” kavramı anlaşılmadan asla idrak edilemez... Müşahede edilen Cennetler ve canlılar bu yıldızların görülmekte olan madde yapılarında değil, boyutsal derinliklerinde mevcuttur... Cehennemin “Güneş” olması dahi, algılanan fizik madde boyutu itibariyle değil; şu anda yaşamakta olan geçmiş ruhların, cinlerin yaşamakta olduğu alt boyut itibariyledir.

Hadislerle sabit olan, Cehennemlik kabir ehlinin Cehennemi ve zebanilerini görme olayı, dahi Güneş’ in, ruh boyutundan algılanması sebebiyledir![ix] Eğer cehennem, Güneş ise ayetlerde ifade edilen şu olayların Güneş’in neresinde ve nasıl gerçekleştiğini de anlatmak zorundasınız:
  
“Şüphe yok ki, biz onu -o ağacı- zalimler için bir fitne kıldık.”[x] Güneş, insanlar için faydalı bir şeyse nasıl fitne olabilir?

“Bir ağaçtır ki, cehennemin çukurunda -meydana-çıkar.”[xi] Güneş’in neresinde ağaç yetişiyor, Sayın Hulusi’ye sormak lazım.

            Güneş, cehennem değildir. Cehennem kıyamet koptuktan sonra ateşlenecektir, yakıtı ise insanlar ve taşlar olacaktır. Ve kıyamet esnasında Güneş’in durumu şu şekilde tasvir ediliyor Hz. Kur’an’da: “Gökyüzü sıyrılıp alındığında, Cehennem tutuşturulduğunda…”[xii]

            “Bu yazıda çok önemli bir yanlışa işaret etmek istiyorum. Ruhlar ezelde, gökte bir yerde yaratıldı da, peyder pey dünyaya mı gönderiliyor?  Din bunu mu diyor?  Kesinlikle hayır! Ruhlar geçmişte ezelde yaratılmışta, şimdi teker teker dünyaya bedenlere gönderilmiyorlar! Aksine, her ruh, ana rahminde yüz yirminci günde, o ceninin özünden gelen Allah kudretinin, meleki güç olarak açığa çıkarttığı tesirle, o varlığın beyni tarafından üretiliyor!”[xiii]

            “Ruh gerek Hazreti Rasulullah Aleyhisselam’ın olsun, gerekse bütün insanların olsun, biyolojik - hücresel bedenleri varolmadan önce “ RUH” bedenleri mevcut değildir! Yani, önce belli bir mekânda insanların ruhları yaratılmış, sonra da bu ruhlar peyderpey dünyada ana rahimlerinde oluşan bedenlerin içine gönderilmiştir, görüşü tamamıyla yanlıştır!”[xiv]

“Ve hatırla o zamanı ki, Rab'bin meleklere demişti ki: Şüphe yok, ben çamurdan bir insan yaratacağım.”[xv]

“Onu biçimlendirip Ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın.”[xvi]  

“Sonra onun neslini bir özden, (ana rahminde) hakir bir su (Sperma)dan yaptı. Sonra ona biçim verdi, ona “kendi Ruhun”dan üfledi. Ve sizin için kulak(lar), gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.”[xvii]

            Şu ayetler ise ruhun daha evvel yaratılmış olduğuna işarettir: “Ey ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesîh, ancak Allah'ın resûlüdür, (o) Allah'ın, Meryem'e ulaştırdığı "kün: Ol" kelimesi(nin eseri)dir, O'ndan bir ruhtur. (O'nun tarafından gönderilmiş yahut teyit edilmiş yahut da Cebrail tarafından üfürülmüş bir ruhtur). Şu halde Allah'a ve peygamberlerine iman edin. "(Tanrı) üçtür" demeyin, sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek Allah'tır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.”[xviii]

            “Elest bezmi uydurmadır.” diyen Hulusi’ye şu ayeti göstermek lazımdır: “Hani biz peygamberlerden söz almıştık; senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan da. (Evet) biz onlardan pek sağlam bir söz aldık.”[xix]

“Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.”[xx]

            Eğer, insanlara ruh verilmemiş olsa acaba, sorulan suale nasıl cevap verebileceklerdi? Bir hadis-i şerifte Resulullah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ruhlar toplanmış cemaatlar (gibidir) onlardan birbirleriyle (önceden) tanışanlar kaynaşır tanışmayanlar ayrılırlar.”[xxi]

            Ahmet Hulusi, insanların Allah’a hamd edemeyeceğini iddia eder: “Aklınızı başınıza alın ve O’nu basit bir gök Tanrısı gibi düşünüp, övmeye, methetmeye, O’na yaranmak için bin türlü hallere girmeye kalkmayın! Siz bu konuda O’nu değerlendirmekten acizsiniz... Allah’ı ancak ALLAH değerlendirip ALLAH’ a ancak ALLAH HAMD eder! Size de yakışa, HAMD’i ancak ALLAH’ın yapabileceğini idrak ederek bu konuda yetersizliğinizi farketmiş bir halde haddinizi bilmektir! Evet, Hamd ALLAH’a mahsustur; ALLAH’ın hakkıdır. Ancak O hamd edebilir; ALLAH’ın tasarrufu altındadır. Ancak O değerlendirebilir; çünkü Allah’tır, gayrı mevcut değildir.. .Bütün bunları bilen, bilir; bilmeyen ne bilir.”[xxii]

Hâlbuki ayet-i kerimede şöyle buyruluyor: “Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: Ey İsrail oğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti. Fakat o, kendilerine açık deliller getirince: Bu apaçık bir büyüdür, dediler. “[xxiii]

            Sayın Hulusi, bu ayeti kerimede geçen “Ahmed” isminin manası; en çok hamd eden, (en çok öven) demektir. Şimdi söyler misiniz en çok hamd eden ( en çok öven) manasına gelen ayetteki bu “Ahmed” ismi, Allah’ın (c.c.) ismi midir? Yoksa Peygamber Efendimizin ismi midir? Yani Hz. Allah’a en çok hamd eden, O’nu en çok öven Allah (c.c.) mıdır? Yoksa Peygamberimiz (s.a.v.) midir? Gayet tabii Ahmed ismi O’nun (s.a.v.) olduğuna ve de bu ismi O’na, Allah (c.c.) verdiğine göre; Allah’a en çok hamd eden, Elbette Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizdir. Hamd ile alakalı diğer ayetler ise şöyledir:
“Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır. O müminleri müjdele!”[xxiv]

“Hatırla o zamanı ki, Rabbin meleklere: "Ben yeryüzünde muhakkak bir halife kılacağım" diye buyurmuştu. Melekler de: "Yeryüzünde fesat çıkaracak, kanlar dökecek kimseyi mi yaratacaksın, bizler ise sana, hamd ile tesbih eder, seni takdis eyleriz." demişlerdi. Allahü Teâlâ da: "Şüphe yok ki sizin bilemeyeceğiniz şeyleri ben bilirim." diye buyurmuştur.”[xxv]

“Bizim âyetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki, bunlarla kendilerine öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve Rablerini hamd ile tesbih ederler.”[xxvi]

            Ahmet Hulusi denilen şahsın da, nasıl İslam’ı tahrip ve tahrif etmeye çalıştığını göstermeye gayret ettik. Allah, ona hidayet versin ve Müminleri onun şerrinden muhafaza eylesin.

| Harun Çetin
AkademiDergisi.com



[i] Ahmet Hulusi, Dini Yanlış Algılama, s.38-39
[ii] Sûre-i Enam/162
[iii] Sûre-i Tevbe/100
[iv] Ahmet Hulusi, Dini Yanlış Algılama, s.41
[v] Sûre-i Cin/1
[vi] Sûre-i En’am/130
[vii] Ahmet Hulusi, Dini Yanlış Algılama
[viii] Ahmet Hulusi, age, s.217
[ix] Ahmet Hulusi, Hz. Muhammed Neyi Okudu, s.106
[x] Sûre-i Saffat/ 63
[xi] Sûre-i Saffat/ 64
[xii] Sûre-i Tekvir/11-12
[xiii] Ahmet Hulusi, Dini Yanlış Algılama, s.95
[xiv] Ahmet Hulusi, Hz. Muhammed Neyi Okudu, s.72
[xv] Sûre-i Sad/71
[xvi] Sûre-i Sâd/72
[xvii] Sûre-i Ahzâb/8-9
[xviii] Sûre-i Nisa/171
[xix] Sûre-i Ahzap/7
[xx] Sûre-i A’raf/172
[xxi] Buhari, Müslim, Ebu Davud Kütüb-ü Sitte, cilt 10, s.145
[xxii] Ahmet Hulusi, Hz.Muhammed Neyi Okudu, s.135 -137
[xxiii] Sûre-i Saff/ 6
[xxiv] Sûre-i Tevbe/112
[xxv] Sûre-i Bakara/30
[xxvi] Sûre-i Secde/15

Bu güne değin en çok tıklanılanlar